En zoruna giden de herkesin ona bir tuhaf bakmasıydı. Şöyle azıcık çekingen, korkulu, karanlık, büyülü… Karısı, çocukları bile böyle davranıyorlardı.
Taşbaşoğlu karmakarışık duygular içindeydi. Bir an geliyor ne olup ne bittiğini bir türlü kavrayamıyor, sonra kendine gelince kendisiyle, köylüyle alay etmeye başlıyordu. “Şu köylü, ne deli köylü.” diyordu. “Ocağınız yana adamlar, benim ermişliğim nerede, uçmuşluğum nerede?”
En küçük çocuğunu çok severdi. Onu kucağına alır, saçlarını okşardı. Çocuğu kucağına alıp okşamak istedi. O, elini çocuğa uzatır uzatmaz, çocuk bağırarak kaçtı, kendisini anasının kucağına attı.
Bu olaylardan az sonra kendisine geldi, yanına yönüne şöyle bir bakındı. Karısı, öteki çocukları uzakta durmuşlar, büyümüş gözlerle, şaşkınlık içinde, ürküntüyle, büyük bir saygıyla kendisine bakıyorlar. Bu ona bir dokundu ki… İşte yapayalnız kalmıştı.
Öfkeyle bağırdı:
“Siz deli misiniz?” dedi. “Deli deli misiniz? Siz de mi inanıyorsunuz o yalanlara? O gün, bugündür hiç evden çıktım mı? Karda kıyamette, gece yarısı Tekeç dağının başında ne işim var? Öyle yüzüme pel pel ne bakarsınız? Adam değil bu kış günü, yaz günü çıksa Tekeç’in başına, donar ölür. O köylü iyicene kudurmuş, aklını oynatmış, siz de mi oynattınız? İşte görüyorsunuz, adam gibi adamım. (…) O Memidik deli. Hayal görüyor. Anladınız mı?”
Bu kadar bağırmasına utandı. Ne oluyordu? İstediği kadar bağırsın, hiçbir şeyi değiştiremeyecekti ki…
Bu bağırmadan sonra durgunlaştı, alay etmeye başladı:
“Erdim ben.” diyordu. “ Bir iyicene erdim ki, öylesine erdim ki sabah erkenden Tekeç dağını sağ elime alıp götürüyorum. Görmediniz mi? Nasıl görmezsiniz canım. Tekeç dağını alıp götürüyorum. Çukurova’nın düzünün ortasına oturtuyorum. Çukurovalılar, sabah kalkıyorlar, gözlerini açınca bakıyorlar ki karşılarında göğe ağmış gitmiş, ala karlı bir dağ. Şaşırıyorlar. Bu koskocaman dağı kim getirdi de koydu buraya, diye Çukurova’da kıyametler kopuyor. Köylüler, kasabalılar bu dağı görmeye koşuyorlar. Sonracığıma, akşam olur, gün kavuşurken Tekeç dağını sol elimin üstüne koyup getiriyorum, yerine koyuyorum. Çukurovalılar bir de bakıyorlar ki sabah gelen dağ, akşam uçup gitmiş. Bu işe de çok şaşıyorlar. Ben de bu dağı Çukurova’ya kimin taşıdığını hiç kimseye söylemiyorum.”
Bu yaptığı şaka, uydurduğu dağ masalı hoşuna gidiyor, hikâyeyi anlatırken gülmekten kırılıyordu. Ama karısının bu gülmekten de bir anlam çıkardığının farkında değildi.
Taşbaşoğlu öğrendi ki evde, bu şaka olsun diye söyledikleri, söyleyip güldükleri hemen köye yayılıyor, ciddiye alınıyor. İşte bundan bir iyice ürktü, kızdı.
“Ulan köylü!” dedi, “Ne yaparsan yap beni hiçbir zaman ermiş yapamayacaksın. Kul Murtaza gibi deliler damına, Vurgun Ahmet gibi dağlara düşmeyeceğim. Öleceğim de böyle olmayacağım.”
“Taşbaş Efendimiz demiş ki, demiş ki Taşbaş Efendimiz, ben her sabah Tekeç dağını elimle alır da… Taşbaş Efendimiz demiş ki… Ben akarsuya, akan ulu suya derim ki, dur ya kutsal su, derim. O da olduğu yerde kalakalır. Durur kalır. Bir damla bile akmaz. Kuru deyince de kurur. Toprağın altına girer. Yeri yurdu da belirsiz olur. Çöl ova olur. Taşbaş Efendimiz demiş ki, demiş ki bu yıl bu köye yılan yağıyordu. Dur, yağma ey kutsal yaratık dedim, yağmadı. Kadınlar doğurmayacak, kısır kalacaklardı. Etme ya güzel Allahım dedim, vazgeçti. Adil Efendi gelmesin, demiş Taşbaş Efendimiz, gelirse mümkünü yok yolda ölecek, demiş Taşbaş Efendimiz. Benden selam söyleyin Adile, gelip de bizim köye o tatlıca canından olmasın, demiş.” Bela bir gelince bin gelir. Toptan gelir.