Zehra, ablasının ölümünden bir süre sonra babası tarafından Marabet Mektebi’ne yazdırılır. Mürşit Efendi mekteptekilere Zehra’nın hiç kimseyle görüştürülmemesini tembihler. Zehra okuduğu sırada uzun zamandır hastalıkla boğuşan annesi ölür, anneannesine inme iner ve anneannesi yıllarca hastane köşelerinde sürünür, babası da hapse girer.
Yolculuk bitmiş, Zehra kendisine verilen adrese gelmiştir. Onu eski komşuları olan Vehbi Bey karşılar. Zehra’ya niye daha önce gelmediğini, çok geç kaldığını, babasının bir gün önce vefat ettiğini söyler. Zehra ve Vehbi Efendi, Mürşit Efendi’nin evine giderler. Vehbi Bey, Mürşit Efendi’den kalan sandığı Zehra’ya teslim eder. Zehra önce sandığı açmak istemez fakat odada tek kalınca dayanamaz ve sandığı açar. Sandığın içinden eski püskü, yırtık birkaç kıyafet ve değersiz birkaç eşya çıkar. Bunların arasında Zehra’nın gözüne bir defter çarpar. Bu babasının hatıra defteridir. Zehra babasının hatıra defterini okumaya başlar…
(Aşağıda, Mürşit Efendi’nin evliliğinin ilk yıllarının anlatıldığı bir bölüm verilmiştir.)
Diyarbakır 13….
Meveddet hasta…
Belediye doktoru onu uzun uzadıya muayene etti. Bir şey bulamadı: “Belki sinirleri biraz zayıf… Başka bir şey göremiyorum.” dedi. Emniyet edemedik. Diyarbakır’daki bütün doktorları sırasıyla getirttik… Onlar da aşağı yukarı aynı şeyi tekrar ettiler.
Filhakika görünüşte Meveddet’in hiçbir şeyi yok… İştahı, uykusu yerinde. Ben evde olduğum zaman benimle, dairede bulunduğum vakit konu komşu ile gülüp eğleniyor… Ut çalıyor… Evet, görünüşe nazaran doktorlara hak vermek lâzım. Fakat zaman zaman ortada hiç sebep yokken birdenbire hırçınlaşmasına, uzun uzun ağlayıp çırpınmasına, önüne gelenle kavga etmesine sebep ne?
Zavallı çocuğun herhâlde bir şeyi var ki böyle yapıyor. Onu memnun etmek, rahat yaşatmak için hiçbir fedakârlıktan çekinmiyorum. Evimizde hizmetçiden başka bir kadın, bir de onun oğlu Hafız Recep isminde bir molla var. Kaynanamın da mükemmel bir ev kadını olduğunu hesaba katarsak beş kişi, Meveddet’in saadeti için yorulup çabalıyoruz demektir. Ben dışarıda çalışıyorum. Hafız, alışverişle meşgul oluyor. Hâsılı hepimiz Meveddet’in gözünün içine bakıyoruz. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmuyoruz. Şu hâlde bu buhranların sebebi, manası ne?
Bazen günlerce bana darıldığını hissediyorum. Geçen gün durup dururken ayaklarını yere vurarak: “Sıkılıyorum. Ben de babam gibi öleceğim. Beni buralarda bırakıp gideceksiniz!..” diye tepinip feryat etmeye başladı.
Artık ne düşüneceğimi, ne yapacağımı şaşırıyorum. Tecrübeli ve zeki kaynanam imdadıma yetişti. Meveddet’in bu hastalığı için bir teşhis koydu ki doktorların o müphem “sinir zafiyeti” tabirinden çok daha mükemmel. Meveddet yine uzun bir hırçınlıktan sonra odasına çekilmişti. Kaynanam mangaldaki ateşleri eşeleyerek mahzun mahzun düşünüyordu:
— Anne, ben bir şey anlamıyorum… Ne yapacağız, dedim.
O tereddütle:
— Vallahi ben de bilmem oğulcum ama, dedi, hani neferlerin bir sıla hastalığı vardır… Benim anladığıma göre yavrucuğum o hastalığa tutuldu.
Ben evvelâ güldüm:
— Fakat, Meveddet İstanbul’u bilmez ki onun hastalığına tutulmuş olsun, dedim.